FUTBOL ENDÜSTRİ AMA…
Bir gazeteci Alman din bilimcisi Dorothee Sölle’ye şöyle bir soru sormuş:
-Mutluluğun ne olduğunu bir çocuğa nasıl izah edersiniz?
Dorothee Sölle :-Bunu kelimelerle açılayamayız, oynaması için ona bir top veririm.
“Futbol asla sadece futbol değildir” derken Simon Kuper çok
haklıdır. Başlangıcından günümüze kalabalıkların sürekli ilgisini çeken
futbol ilk zamanlarında iktidarlar tarafından yasaklansa, yok edilmeye
çalışılsa da daha sonraları değerli bir maden olduğu keşfedilmiş,
sistemin işleyişine fayda sağlayacak değişikliklere uğratılarak bir
araç olarak kullanılmaya çalışılmıştır.
Futbol artık hoş zaman
geçirmek ve zevk almak için yapılan bir spor faaliyeti hüviyetinden
çıkarak para kazanmak için yapılan hırs ve rekabete dayalı kar
edilebilir bir şey’e dönüştürülmüştür. Futbol profesyonelleşmeyle
beraber ideolojik açıdan kitleleri yönlendiren bir serbest zaman
etkinliğinin yanı sıra üzerinden ciddi paraların kazanıldığı bir
endüstriyel yapıya bürünmüştür.
Ezilen insanlarının, kısa
süreliğine dünya dertlerinden uzaklaşarak neşeli zaman geçirmeleri için
oynadıkları bir eğlence olarak ortaya çıkan futbol zaman içinde egemen
sınıfların ekmek sirk politikalarının sonucu olarak kitlelerin iş
dışında ki boş zamanlarında sistemin işleyişine fayda sağlayacak,
insanların enerjilerini sisteme karşı bir tehlike oluşturmayacak şekilde
harcamalarını sağlayan, afyon etkisi yaratan bir serbest zaman
faaliyetine dönüştürülmüştür.
İktidarların, televizyonun, sponsor
şirketlerin ve FİFA gibi kuruluşların müdahaleleri futbolu bir sektöre
kulüpleri şirketlere, oyununun aktörleri içimizden birileri olan
mahallenin yakışıklı ağabeylerini, genç milyarderlere, ideal
prototiplere, ikonlara dönüştürmüştür.
Ancak her ne kadar
rasyonelleştirilmeye, biçimlendirilmeye, araçsallaştırmaya uğrasa da
futbol halâ içinde bir büyü barındırmaktadır. Futbol aslında hala oyun
olarak kalmakta inat etmektedir.
“Teknokratlar futbolu en ince
ayrıntısına kadar programlasalar da, futbolun güçlü ağaları ona
istedikleri gibi yön verseler de, futbol beklenmedik olanı,
öngörülmeyeni bünyesinde bulunduran bir sanat dalı olmaya devam
edecektir. Hiç beklemediğiniz bir anda imkânsız olanın gerçekleştiğini
görebiliriz; bir bakmışız cüce devi alt etmiş ya da çelimsiz, eğri
bacaklı bir Zenci, Grek heykellerini andıran bir futbolcuyu geride
bırakmıştır” diye yazar Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında Eduardo
Galeano
Bir popüler kültür alanı olan futbolun içinde kimi zamanlarda
ortaya çıkan anti hegemonyacı, muhalif, direnç gösteren örnekler; öyle
inanıyorum ki Kültürel Çalışmalar Ekolü düşünürlerinin popüler kültür
konusunda ki fikirlerini doğrulamaktadır. Futbol kültürü, pasifleştirici
yönlendirici kitlelerin afyonu olan bir kültür değildir, içinde, halkın
önceliklerini de yansıtan, muhalif ve direngen öğeler de barındıran
çelişkilerle dolu bir mücadele alanıdır.
Futbol sahalarında
görünen maçın ardında, bu maçla iç içe geçmiş kültürel bir maç daha
vardır. Ve bu maçta her ne kadar egemenlerin farklı üstünlüğü varsa da
ezilenler daha maçı kaybetmemişlerdir. Ezilenler, halâ mikro düzeyde,
organize olmasa da kaşı çıkışlar, ataklar ile direnç göstermektedirler.
Çok
sevdiğim, kitaplarını büyük bir zevkle okuduğum bir çok düşüncesine de
katıldığım İrfan Erdoğan’ın popüler kültürün tümüyle kaybedilmiş bir
mücadele alanı olduğu fikrine katılmıyorum. Ben Erol Mutlu, Can
Kozanoğlu ile aynı kanaatteyim. Popüler kültür hepimizin içinde
bulunduğu çok geniş çelişkilerle dolu bir alandır ve içinde hegemonyacı
öğeler bulunduğu gibi direnç gösteren öğelerde bulunmaktadır. Neden,
popüler kültüre Kültürel Çalışmalar Ekolü’ne yakın düşüncelerle
baktığımı bu yazıda, benim gibi birçok insanın çok sevdiği bir popüler
kültür alanı olan futbol üzerinden açıklamaya çalışacağım.
Çalışmam
kapsamında öncelikle futbolun tarihi gelişimini yazdım. Daha sonra ise
sanayi devrimiyle birlikte tarihi seyir içersinde futbolun egemen
sınıflar tarafından nasıl kapitalizme hizmet eden, hegemonyacı, afyon
etkisi gösteren endüstriye dönüştürülmek istendiğini ve televizyonun,
sponsor firmaların ve futbol örgütlerinin futbola etkilerini Bilal
Arık’ın “Top Ekranda” ve Eduardo Galeano’nun “Gölgede ve Güneşte
Futbol” kitabından alıntılar yaparak anlatmaya çalıştım. En son olarak
ise Kültürel Çalışmalar Ekolü’nün olağan dışı durumlar dışında,sürekli
hegemonya yoktur, Kültür içinde sistem içi muhalefet olanakları vardır
fikirleri doğrutusunda, “Madem kitleyiz o halde neden farklı anlamlar
üretiyoruz?” sorusunun ışığından faydalanarak, futbolun küçük çapta da
olsa içinde halkın önceliklerini yansıtan, direngen ve çelişkili bir
kültür olduğuna olan inancımı Bilal Arık’ın “Top Ekranda”, Can
Kozanoğlu’nun “Bu Maçı Alıcaz”, Eduardo Galeano’nun Gölgede ve Güneşte
Futbol”, Tanıl Bora’nın “Takımdan Ayrı Düz Koşu” ,İslam Çupi’nin
“Futbol’un Ölümü”ve Simon Kuper'in “Futbol Asla Sadece Futbol
Değildir”, Christian Authier “Futbol A.Ş” kitaplarından yararlanarak
açıklamaya çalıştım.
Bu çalışmam kapsamında kimi yerlerde kendimle
çelişkiye düşmüş hatta çatışmış olabilirim; ancak popüler kültür (bizim
akvaryumdaki balıklar popüler kültüründe içinde yaşadığımız su
olduğu) geniş ve çelişkilerle dolu bir konudur.
Öncelikle Tarih:
“Futbolun öyküsü, zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öyküdür” der Eduardo Galeono…
Futbolun
nerede, ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı, futbola benzeyen oyunların
hangilerinin futbolun başlangıç noktası sayılacağı çeşitli tartışmalara
konu olsa da; futbolun ilk kez İÖ 2000 yılında Çin’de icat edildiği
genel olarak üzerinde en çok anlaşmaya varılan argümandır. Çin’de
oynanmaya başlanan oyunun icadı, efsanelerdeki “sarı kral” Huang Di’ye
atfedilir. O zamanlar bu oyunun adına Zu-Qiu denilirdi. Zu (ayakla
vurmak) ile Qiu (Top) kelime işaretlerinin bileşiminden oluşan bu oyun
bu günkü futbolun öncülü olarak kabul edilmektedir.
Avrupa’da futbol
Ortaçağ’da Çinlilerin bu icatta bulunmalarından birkaç bin yıl sonra,
yeniden icat edilmiştir. Tersi ne kadar iddia edilirse edilsin,
Antikçağ’da futbol oynandığına dair veriler pek azdır; bu yüzden
Ortaçağ futbolunun kökenlerini, Antikçağa dayandırmak pek olanaklı
değildir. Antikçağ’da futbol hiçbir zaman, olimpiyatlar da yer alan
güreş boks atletizm gibi standartlara bağlanmış bir spor dalı
olamamıştır. Çünkü yukarıda adı geçen sporlara, hem barışçıl bir savaş
benzetimi olduğu için hem de askeri yetenekleri geliştirdiği içir özel
önem verilmekteydi. Oysa futbolun böylesine bir “geliştirici” etkisi
olmaması, onun ön plana çıkmamasına neden olmuştur. Yunan ve Roma’da çok
popüler bazı top oyunları bulunmaktaysa da, bu oyunların çoğu iki ya da
daha fazla kişiyle oynanan bir tür istop oyunudur. Pheninda ya da
horpostan denen takım oyunu da bu türdendir. Bu oyun küçük bir topla
oynanır ve futboldan çok rugby ve hentbola benzerdi. On ikinci yüzyıldan
itibaren Avrupa’nın bazı ülkelerinde ilkel bir futbol oynanmaya
başlanmıştır. Kaynağının Fransa olduğu tahmin edilen la souale her
türlü sertliğin serbest olduğu, kanlı bir oyundur. La soule’un özelliği
siddete ve zorbalığa dayanıyor olmasıdır. Topu elle yakalamak ve taşımak
da serbest olduğu için bu oyun futboldan çok günümüz rugby’sine
benzemektedir.
La soule, Fransa’dan Britanya’ya geçmiş ve burada son
derece yaygınlık kazanmıştır. 12. yüzyılda İngiltere adalarının birinci
sporu konumunda olan futbol, kurallara tabi olarak oynanmıyordu. Oyuncu
sayısında herhangi bir kısıtlamanın olmadığı bu oyunlar köyler arasında
oynanır kadın, erkek, yaşlı genç her önlerindeki topa amaçsız vururdu.
Yüzlerce insanın katıldığı bu eğlence, doğal olarak kısa sürede
karmaşaya döner, çıkan çatışmalar kavgalar sonunda ortalık iç
savaştaymışcasına harabeye çevrilirdi. Futbol o dönemde sadece köylerde
değil, büyük şehirlerde de git gide yaygınlaşma eğilimindeydi.
İnsanların topun peşinden çılgınlar gibi koşturup kendilerine, takım
arkadaşlarına ve oynadıkları yöreye maddi manevi büyük zararlar vermesi
üzerine, bu kuralsız ve “dizginsiz” oyun 13 Nisan 1314’de İngiltere
kralı ll. Edward tarafından yasaklanmıştır. Özellikle de İngiltere ile
Fransa arasında 100. Yıl Savaşları süresince, askeri gerekçelerle
dönemin kralları lll.Edward, ll. Richard ve Fransa kralları lV. Henry ve
V. Henry futbolu yasaklayan bazı kanunlar çıkararak, oynayanların
cezalandırılacağını fermanlar yoluyla halka iletmişlerdir. Ancak süreç
içersinde futbolu yasaklamaya yönelik tedbirler bir işe yaramamış halkın
futbola olan tutkusu devam etmiş, bunun üzerine de daha önce ilan
edilen ve futbolu yasaklayıcı fermanlar kaldırılmak zorunda kalmıştır.
Futbol,
gelişim sürecinde, siyasi ve dini iktidarlar tarafından hoş
karşılanmayan bir etkinlik olagelmiştir. İngiltere’de futbolu yasaklamak
için imparatorlar ferman üstüne ferman çıkarmıştır. Devlet
yöneticilerine göre futbol, vahşi ve toplumsal düzeni tehdit edici bir
işleve sahiptir. Kilise’de Pazar günleri için futbolla rekabete girmiş
acımasız ve sert saldırılarda bulunmuştur. Ancak tüm bu saldırılar
kısmen başarılı olmuştur.
17. yüzyıl İngilteresi’nde meydana gelen
bazı değişimle, futbolun popülerliğini arttırmıştır. İtalya’ya sığınan
ll. Charles ve beraberindeki soylular ülkelerine döndüklerinde,
İtalyada’da gördükleri calcio oyununu, İngiltere’de oynamak için büyük
bir uğraş vermişlerdir. Calcio belirli kuralları olan ve günümüz
futboluna çok benzeyen bir oyundur. İki eşit parçaya ayrılmış geniş bir
alan üzerinde 27 kişilik takımlar arasında oynanan Calcio oyununda amaç,
ayakla vurularak götürülen topun, rakibin kalesine sokulmasıdır.
İtalyanca tekem anlamına gelen calcio adından da anlaşılacağı gibi bir
çeşit ayak topudur. Ancak calcio’nun modern anlamdaki futboldan çok bu
günkü Amerikan Futbolu’na benzediği anlaşılmaktadır.
Kentleşme ile
birlikte futbol, bu kez mekan sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. 19.
yüzyılda bir çok İngiliz köyünde futbol sahaları oyuncuların elinden
alınır. Genellikle bu sahalar kamuya aittir ve çitle çevrilerek halka
kapatılır. Bu durum buralarda futbol oyanayan köylülerin oyun
olanaklarını ciddi oranda daraltmıştır. Kentlerde ise sorun çok daha
yaygındır. Futbolun asayişi bozma ve dinden uzaklaşlaştırma
olumsuzluklarına erken kapitalist dönemde ondört saat çalışan işçilerin
futbola ayıracak enerjileri ve zamanları kalmaması eklenmiştir.
Üstelik kentlerin işçi mahallelerinde futbol oynayacak boş mekanlar
kalmamıştır. Bu şartlar ezilen sınıflarda ki futbolun popülaritesinde
ciddi oranda azalma meydana getirmiştir.
18. yüzyılın ikinci yarısı
ve 19. yüzyılın ilk yıllarında zorlu şartlar gereği halkın gündeminden
çekilen futbol aristokrat ve zengin çocuklarının okuduğu kolejlerde
kendine yeni bir yaşam alanı bulur. Modern Futbolun temelleri de bu
dönemde 19. yüzyılda İngiliz kolejlerinde atılır. Böylece yüzyılar
boyunca futbolu avama özgü bulan ve aşağılayan soylular futbolu bitkisel
hayattan çıkararak tüm dünyada yaygınlaşmasına ve popülerleşmesine
olanak sağlarlar.
1840’lı yıllarda İngiltere’deki kolejler futbolun
bir takım oyunu olarak düzenli olarak oynandığı ilk alanlardır.Burada
okul yöneticileri ideal erkek olarak öğrencilerini yetiştirmek; onları
eğitmek ve takım çalışmalarına katılımlarını ve futbolu
desteklemişlerdir. Bu dönemde Thomas Arnold’un reformlarının yol açtığı
hareket futbolun gelişmesine önemli katkıda bulunmuştur. Arnold,
futbolu kendi pedagojik amaçları için kullanarak, iki şeyi birden elde
etmeyi amaçlamıştır: Öğrencileri içki, kumar ve hovardalık gibi ahlak
dışı meşgalelerden uzak tutmak ve onlara disiplin, takım ruhu gibi etik
değerleri aşılamak. Futbolun, uzun süre resmen dışlanmasının ardından
itibar kazanmaya başlamasıyla üniversiteler ve kolejler de yüzyılın
ortasından sonra futbolu teşvik edip geliştirmeye daha bir hevesli
olmuşlardır. Futbol bu yıllarda, dönemin devlet yetkilileri ve okul
yöneticileri tarafından iyi bir gençlik neslinin yetişmesinin ve bu
gençlerin zararlı yollara sapmasının araçlarından bir olarak ele
alınmış; futbol da bu eğitsel misyonu başarıyla yerine getirmiştir. Bu
koşullar altında, futbol kurallarına dair ilk kitabın Rugby School’da
Oynanan Futbolun Kuralları adını taşımaktadır. Bu düzenlemeden sonra
futbol, Nobert Ellias’ın uygarlık süreci tezi doğrultusunda giderek daha
uygar ve evcil bir yörüngede işleyerek, savaşların ve rekabetin
barışçıl bir benzetimi, aynı zamanda da ekip çalışmalarının örnek bir
modeli haline dönüşmüştür.
18. yüzyıl ortalarına değin bir kişisel
gelişim ve takım ruhu tasarımı olarak okullarda var olan futbol, her
okulda farklı kurallar çerçevesinde oynanmaktadır. Farklılıkları sona
erdirmek amacıyla 11 futbol kulübünün temsilcisi ilk kez Londra’daki
Freemason’s Tavern’da bir araya gelir. Kulüpler altı hafta süren
görüşmeler sonunda, Cambridge Üniversitesi tarafında 1846 yılında büyük
tartışmalar neticesinde belirlenen kuralları ana hatlarıyla benimserler
ve 8 Aralık 1863 tarihinde, dünyada modern futbolun doğuşu anlamına da
gelen İngiliz Futbol Birliği kurulur. Birliğin temel prensibi
amatörlüktür. Amatör olmak onlara göre centilmen olmak anlamına
gelmektedir. Amatör bir kişi futbolu ancak kendi zevki için oynar;
kişisel kazancı ya da ticari bir organizasyonun parçası olarak değil.
(Ne güzel düşünce, futbolun olması gereken bu işte)
Cambridge
kurallarının benimsenmesinin ardından, oyun ciddi bir dönüştürme
sürecine maruz kalmış ve neredeyse her yıl yapılan ve futbolu hızla
rasyonelleştiren değişikliklerle ana hatlarıyla günümüz futboluna çok
benzeyen niteliğine yüzyıl bitmeden ulaşmayı başarmıştır. Öncelikle,
futbol rugby’den ayrılarak, topun elle taşınması yasaklanmıştır.
Ardından sahanın genişliği, kalenin yüksekliği ve oyuncu sayısı
standartlara bağlanmıştır. Oyuncular mevkilerine göre sınıflandırılmış
ve 1871 yılında ilk kez kaleci oyuna dahil olmuştur. 1872 yılıda hakem
ortaya çıkmıştır. 1875 yılında kalelere üst direk konulmuş ve kafayla
vuruş serbest bırakılmıştır. 1882 yılında taç uygulaması başlamıştır.
Futbolun oyun kurallarını düzenlemek, uygulatmak, yetkilerini elinde
bulunduran "International Boord" İngiltere, Galler, İskoçya, ve Kuzey
İrlanda tarafından 1882 yılında kurulmuştur. Bu kuruluş, 1886 yılından
sonra ulusal federasyonlarda en yetkili kurum olarak kabul edilmiştir.
1886 yılında da ofsayt uygulaması başlamıştır. 1890’da sahanın kenarları
kireçle çizilmiştir. 1891 yılında daha önce maçı dışardan yöneten
hakemler ilk defa sahaya girdiler. Bir düdük çalarak ilk penaltı
cezasını verdiler ve on iki adım atarak vuruşun kullanılacağı yeri
belirlediler. Yüzyılın sonu 1899’da ise maçlar 90 dakika ile
sınırlandırılmış ve oyun alanının ölçüleri 118.4 x 91.4 metre olarak
düzene sokulmuştur.
İngilizlerin futboldaki tekeli 20. yüzyılla
birlikte sona ermiştir. 1902’de İngiltere dışında oynanan ilk milli
maçta Avusturya Macaristan’ı 5-0 yenmiştir. Dünyanın pek çok yerinde
yeni yeni kurulmaya başlayan ülke futbol federasyonları, ortak bir
platformda buluşma kararı almışlardır. Bu amaçla 21 Mayıs 1904
tarihinde, Paris’te Fransa, Belçika, Danimarka, Hollanda, İspanya,
İsveç, İsviçre temsilcilerinin katıldıkları toplantılar sonrasında
FIFA(Uluslararası futbol federasyonu) kurulur. FIFA bu tarihten
itibaren, dünyadaki tüm futbol etkinliklerini ve kurallarını belirleyen
bir kurum haline gelir. FIFA hemen hemen her sene bazı kural
değişikliklerine gitse de oyun özünde İngilizlerin kurallarını temel
alır ve süreç içerisinde üzerinde pek az değişiklik yapılır. FIFA’nın
kuruluş aşamasında İngiltere, İtalya gibi öncü ülkeler yer almaz; ancak
süreç içersinde bu ülkelerde birliğe dahil olur.
FIFA’nın kuruluş bildirgesinde dört temel amacı ve misyonu şöyle belirlenmiştir;
1-Futbolun olabilecek maksimum şekilde ilerlemesine katkıda bulunmak
2-FIFA’ya üye ülkeler arasındaki dostluk ilişkilerini ve uluslar arası ilişkileri spor organizasyonlarıyla geliştirmek.
3-Futbolun
tüm birimlerinin kontrol altında tutarak zararlı politik
oluşumların(milliyetçi,dinsel ve politik) oyunun misyonu ve ruhuna zarar
vermesini engellemek
4- Üye ülkelerin arasındaki işbirliği geliştirilirken tüm ülkelere aynı mesafede durarak ortak kararların alınmasını sağlamak.
FIFA’nın
misyonun doğrultusunda futbol, 1908 yılında ilk kez olimpiyat oyunları
içine alınır ve şampiyonluğu İngiltere kazanır.1930 yılında, Jules
Rimet’in önderliğinde dünya uluslarını futbol platformunda buluşturmak
ve uluslararası ilişkileri geliştirmek amacıyla Dünya Kupası düzenlenir.
Kupayı final maçında Arjantin’i 4-2 yenen Uruguay kazanır. Bu
organizasyon daha sonra dünyanın olimpiyatlardan sonra en büyük spor
olayı durumuna gelir. İkinci Dünya savaşı yıllarında kesintiye uğrayan
Dünya Kupası maçları 1950’den itibaren yeniden başlar. 1954 yılında UEFA
(Avrupa Futbol Birliği) kurulmasıyla, Avrupa’daki futbol hareketleri de
hız kazanır. Önce 1956’da Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası maçları
başlar. Ardından 1958’deki elemeler ve 1960’ta da Avrupa Futbol
Şampiyonası finalleri yapılır. Daha sonra Kupa Galipleri Kupası ve
Avrupa Fuar Şehirleri Kupası maçları yapılır. Bu kupanın adı sonradan
UEFA Kupası olarak değiştirilir. Böylece, özellikle Avrupa’da ülkeler
arasında her geçen gün artan bir futbol ilişkisi doğmuş olur UEFA’nın
ardından her kıta kendi uluslar arası futbol birliklerini kurar.
Sömürgecilik yolu ile tüm dünyaya yayılan futbol, ulaştığı her yerde yer
halk tarafından çok benimsenmiştir. Avrupa’da olduğu gibi dünyanın her
yerinde ülkeler kıtalararası konfederasyonlarda kendilerin temsil
olanağı elde etmişler ve futbol kısa sürede global ölçüde
örgütlenmiştir.
FİFA, 1991-1992 futbol sezonunda oyunu hızlandırmak
ve daha çok gol atılmasını sağlamak amacıyla 1986 Meksika Dünya
kupasından itibaren yapılan çalışmaların birikimi sonucu, oyun
kurallarını gözden geçirerek, kalecenin topu elinde tutuş süresini
kısıtlama, geri pası kalecinin elle almasını yasaklama gibi bazı
değişiklikler yapmıştır. FIFA’nın kural değişiklikleri, son zamanlarda
futbolu daha hızlı oynan ve daha seyirlik bir oyun haline getirebilmek
için (kimileri başarısız olan ayakla taç, gümüş gol gibi) yapılmaktadır.
Ancak, yapılan yada yapılması düşünülen değişikliklerin bir bölümünün
futbolu tamamen bir televizyon programına ve reklam sahasına
dönüştüreceği düşünülerek(futbolu dört devre oynatma gibi), bazı etkin
futbol severler tarafından engellenmektedir.
1995 yılında Avrupa
Adalet Divanı'nın Belçikalı futbolcu Bosman'ı kural dışı olarak yaptığı
transferde haklı bulması, Avrupa Birliği Ülkelerde transfer sistemini
alt üst etmiş, futbolcuların köle gibi alınıp satılmalarına benzeyen
uygulamaların bir nebze önüne geçmiştir. UEFA 1996 yılından başlayarak
yabancı transferini serbest bırakmıştır.
Futbola her geçen gün
gelişen teknoloji de etki etkilemekte geliştirmektedir. Futbolcuların
sağlıkları son derece gelişmiş tıbbi cihazlarla kontrol altında
tutulurken; özel ilaçlar, diyetlerle futbolcuların vücut dirençleri ve
eforları arttırılmaktadır. Ayrıca futbolcuların giydiği(benzerlerinin
taraftarlara pazarlandığı) kramponlar, formalar son teknoloji
kullanılarak özel kumaşlar ve derilerden cıvıl cıvıl renkler
kullanılarak üretilmektedir. Futbol sahalarında kullanılan toplar özel
alışımlar kullanılarak son derece hafif ve dayanıklı üretilirken; sahaya
gelişen botonik biliminden yararlananılarak geliştirilen mutasyona
uğratılmış çimler ekilmektedir. Stadyumlar da daha fazla izleyici
çekebilmek için, son teknolojinin nimetlerinden faydalanılarak muazzam
büyüklüklerde yeniden inşa edilmektedir.
Futbolun büyü bozumu
“Just do it” NİKE
Futbol
başlangıcından bu zamana her zaman insanların ilgisini çekmiştir.
Kalabalıkların toplandığı hiçbir yere iktidarların kayıtsız kalması
beklenemez. Marx’ın dediği gibi “altyapı üst yapıyı belirler” Tarihten,
günümüze değin iktidarlar, toplumları kontrol altında tutabilmek,
iktidarlarının devamını sağlayabilmek için devamlı stratejiler
geliştirmişlerdir. Bunlardan en önemlileri serbest zamanı
rasyonalleştirerek toplumsal rızanın kuvvete başvurmadan sağlanmasıdır.
Bir çok iktidar bu yolla hakimiyetlerinin devamını sağlamıştır.
Olimpiyat oyunlarını başlatan Atinalılar gibi, Collesyumlarında
Gladyatör oyunları oynatan Romalılar gibi yada; “Bana Yüz bin kişilik
uyku tulumu yapın” diyen Franko, “Futbol olsa bu ülkeyi bir saat
yönetemezdim, Ben ülkemi yıllarca bu ülkeyi üç (f) ile yönettim” diyen
Salazar gibi… Futbol, ilk çağdan ortaçağa, feodal veya monarşik
sistemler içersinde, biçimsel değişikliklere uğramış, uğratılmıştır.
Ancakfutboldaki en büyük değişimler, popüleritesinin zirvesine ulaştığı
kapitalizm içinde yaşanmıştır.
“Futbol her türlü açgözlülüğü
kışkırtabilir. Bunun çok basit bir nedeni var: Dünyanın en popüler en
birleştirici sporu futboldur. Başka hangi spor dalı, Lens’lı bir işçi
ile Tokyo’daki “high-tech” bir kadroyu, Rio gecekondularından bir
çocuğu, Abican’lı bir askeri, Milano’dan bir firma patronunu,
Moskova’dan bir işsizi aynı kül içinde bir araya toplamanın gururunu
taşıyabilir?” diye yazar Christian Authier “Futbol A. Ş.” Kitabında…
Kapitalizm
öyle bir sistemdir ki kalabalıkların ilgisini çeken her şeyi
rasyonelleştirerek iktidarının işleyişine yararlı olacak şekilde
kullanmak ister. Kapitalizm “Kapitalist asılacağı ipi satan insandır”
lafında denildiği gibi her şeyi kullanmak ister. Futbol, farklı
sınıflar, ırklar, inançlardan insanları aynı platformda bir araya
getirebilen zaman zaman da aynı duyguları yaşatabilen belki de tek
serbest zaman etkinliğidir. Şüphesiz etrafında geniş kalabalıkları
toplayan ve muazzam bir etkileyiciliğe sahip böyle bir güce her şeyi
rasyonel bir gözle bakan kapitalistlerin kayıtsız kalması beklenemez.
Özellikle dinin toplum hayatından uzaklaştırıldığı pozitivizmle gelen
modernizm sonrasında altsınıfların hoşnutsuzluklarının artması üzerine
kitleleri uyutmak için afyon etkisi gösterecek, kalabalıların sistemin
sınırları içinde artan enerjilerini ve gazını alarak rahatlamalarına
olanak sağlayacak serbest zaman etkinliklerine gerek duyulduğu bir
sistemde...
Peki futbol neden bu kadar ilgi görür? Cevap düşünceme
göre, dinin modernizm içinde rasyonelleşerek bıraktığı boşluğu, içinde
hala bir büyü barındıra bilen futbolun sadece doldura bilmesidir.
Futbol ile Din arasında ki benzerlikler Bilal Arık’ “Top Ekranda”
kitabında Arthur Asa Berger’ den alınmış şu tabloda şaşırtıcı biçimde
sergilenmektedir.
Profesyonel Futbol : Din:
Büyük yıldızlar Azizler
Pazar günleri oyun Pazar Ayini
Bilet Kilisede toplanan para(camiye yardım)
Karmaşık oyun olma özelliği Din bilim
Altın kupa elde etme amacı Kutsal kaseyi araştıran şövalyeler
Antrenörler Ruhban sınıfı
Stadyum Kilise
Hayranlar, izleyici kitlesi Cemaat
Marşlar İlahiler
FİFA Vatikan
Forma Ayin Kıyafetleri
Kendinden geçme hali Manevi dünyaya geçme hali
Futbolu
modernizmin egemenlerinin tam aradıkları şeydir; ibadethaneler
dışındaki kalabalıkların, sistemin sınırları içinde rahatlamalarını
sağlayacak, artan enerjilerini harcamaya ve hoşnutsuzluklarını
giderebilmeye uygun bir serbest zaman etkinliğidir.
Böylelikle,
futbol kapitalistler tarafından rasyonelleştirilmeye tabi tutularak,
disipline edilip kurallara bağlanarak, profesyonelleştirilerek, metaya
dönüştürülüp pazarlanarak şeyleştirilmiştir. Yanlış tüketime özendiren,
iktidarın işleyişine, hegemonyanın yeniden üretimine katkı sağlayan,
sınıfsal eşitsizlikleri, kapitalist sistemin çarpıklıklarını zihinlerde
normalleştiren, Protestan iş ahlakını ve kişisel kıskançlık ve rekabeti
olumlayan, üzerinden büyük miktarlarda karlar elde edilen bir endüstriye
dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bunda da büyük oranda başarılı
olmuşlardır.
Şüphesiz futbolun bu değişiminde futbolun başında yer
alanların büyük payları vardır. “Ben buraya futbol adı verilen bir ürünü
pazarlamaya geldim” diyen, 1974 yılında FIFA’nın başına geçen Havelange
bunların başındadır. Havelange’nin FIFA’nın başına geçişinden sonra
futbol dünya çapında yapılan organizasyonlar sonucunda müthiş derecede
yaygınlaşmış ve muazzam paralar kazanılan bir güce ulaşmıştır.
Özellikle bu başarı ve güce ulaşılmasında Havelange FİFA’nın başına
gelirken büyük yardım gördüğü Adidas’ın kurucusu Adolph Dassler’ yaptığı
katkılar tartışılmazdır. Tabi Adidas’ta futbolun gelişimiyle dünya
çapında müthiş paralar elde etmiş, gelişmiş rakiplerine fark atarak
organizasyonlarda söz sahibi olan bir tekele dönüşmüştür. Futboldaki bu
büyük ekonomik gelişme oyunun aktörlerinin büyük bölümünü etkilemiş,
futbolcuları ilaçlarla, kortizon iğneleriyle kasları güçlendirilen daha
çok para kazanmak için makyavelist tutumlarlar içinde olan profesyonel
mutantlara çevrilmiştir. Kulüplerde ekonomik gelişmelerden etkilenerek,
futbolu sponsorlara, televizyonlara pazarlayan, esir ticareti gibi
futbolcu alış satışlarında bulunan, forma satışlarından ve statlardaki
lüks localardan, stat reklamlardan büyük paralar kazanan şirketlere
dönüştürmüştür. Futbol mabetleri stadyumlarda zaman içinde revizyona
uğrayarak ülkemizde Şükrü Saraçoğlu stadı örneğinde olduğu gibi tüketim
katedrallerine dönüşmüş, her yanı galeriler, Mikros gibi süpermarketler,
Mcdonalds gibi hızlı yemek zincirleriyle, takım formaları, hediyelik
eşyalar biblolar satan dükkanlarla dolmuştur.
Eduardo Galeano
futbolun bu değişimine şu sözlerle tepki göstermektedir. “Spor sanayiye
dönüştükçe, oynamak için oynamanın neşesinden doğan güzelliği sınır dışı
etti. Bu yüzyıl sonu dünyasında profesyonel futbol yararsız olanı
mahkûm ediyor ve verimli olmayan da yararsız kabul ediliyor. İnsanı
kısacık bir an için bile olsa yeniden çocuklaştıran, lastik topunu
zıplatan bir çocuk veya yün yumağının peşinden koşuşturan bir kedi gibi
oyundan zevk olmasının sağlayan o çığlığa günümüz futbolunda yer yok”.
Futbol
günümüzde eski güzelliğini kaybetmiş, büyük oranda mal pazarlanan bir
endüstriye dönüşmüştür. Sponsor firmalalar, televizyonların futbola
müdahale o boyutlara ulaşmıştır ki, futbol artık serbest zamanlarda
hoşça vakit geçirilen bir etkinlik olmaktan çıkarak, endüstriye dahil
edilmiş olan ve ürün pazarlamak için pazarlanan bir ürüne, televizyon
programına dönüşmüştür.
Firmaların futbola müdahalesi o kadar büyük
boyutlara ulaşmıştır ki bunların en çarpıcısı 1998 yılında Fransa’da
oynanan Dünya Kupası sırasında yaşanmıştır. Brezilya ile Fransa arasında
oynanacak final maçından birkaç saat önce, Nike şirketi ile toplam 400
milyonluk sponsorluk anlaşması olan Brezilya’nın yıldız oyuncusu
Ronaldo, resmi makamlarca da doğrulanan bir sara krizine yakalanarak,
Sanint-Denis kliniğine yatırılmıştır. Doktorlar Ronaldo’nun bırakın top
oynamasını yürümesini bile yasaklamışlardır. Ancak final maçında resmi
listelerde adı olmamasına rağmen Ronaldo, Nike’nin “ne olursa olsun
oynamalı” baskısıyla sahaya çıkarılmış, son derece halsiz olan takımının
gol ümidi sahada adeta gezinerek final maçında takımı bir kişi eksik
oynatmış, sonuç olarak Brezilya’ya bir Dünya Kupası şampiyonluğuna mal
olmuştur. Ronaldo bu maçtan sonra iki ay sahalardan uzak kalmış, dört
yıl sonraki dünya kupasına değin de eski performansını bir türlü
yakalayamamıştır. Resmi olarak kanıtlanamayan bu iddiayı Brezilya’da
soruşturmak için bir komisyon kurulmuş, komisyona ifade veren, Brezilya
milli takımının teknik drektörü Wanderkey Lüxemburgo da “ Bu maç öncesi
Ronaldo’yu oynatması için takım sponsoru Nike’nin kendisine baskı
yaptığını söylemiştir. Lüxsemburgo ayrıca Brezilya’ya 10 yıl için tam
160 milyon ödeyen Nike’nin bu yüklü kontrat karşılığında, kontrata gizli
bir madde koyduğunu ve her maçta en az 8 as oyuncu yer almasının
istediğini ileri sürmüştür. Olayı soruşturan komisyon başkanı Aldo
Rebelo bunu üzerine bu olayı “futbolun ölümü” olarak tanımlamıştır.
UEFA
eski genel sekreterlerinde Gerhar Aıgner, “Her şeyi televizyon
yönetiyor” demiştir. Futbola televizyonun katkısı tartışılmazdır, tabi
müdahalesi de… Futbol her zaman için diğer sporlardan daha çok
televizyonda yer bulmuştur; ve zamanla gelişen teknoloji ve naklen yayın
teknikleri futbolu televizyonlar için vazgeçilmez programlardan biri
haline getirmiştir. Şüphesiz televizyonların büyük bölümünün amacı kar
elde etmektir, bunun için izliyecilerin topladıkları ilgilerini reklam
şirketlerine satarlar. Futbol’da muazzam bir ilgiyi çevresinde toplaya
bildiğinden televizyonlardan sürekli yer bulmuştur. Ancak sermaye
doyumsuzdur. Bu yüzden daha fazla ilgi toplayabilmek dolayısıyla daha
fazla reklam geliri elde etmek için televizyonlar futbolun işleyişine
müdahale etmektedirler.. Futbol kurumlarının başındaki yöneticiler de
gelirlerinin büyük bir kısımını oluşturan televizyonların bu
müdahalelerine çaresizce boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Sonuç olarak
futbol organizasyonları ve maçlar rasyonelleştirilerek televizyon için
yapılan prodüksiyonlara kâr etme vasıtalarına dönüştürülmüştür. Galeano
şöyle demektetir haklı olarak”Bütün dünyada bir maçın nerede, ne zaman
ve nasıl oynanacağına doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak karar veren
daima televizyondur. Futbol bedeniyle, ruhuyla, kısacası her şeyiyle bu
küçük ekrana satılmıştır. Futbolcular artık birer televizyon
yıldızlarıdır.” Televizyonun futbola etkisine bir örnek vermek
gerekirse, 1986 Mesiko Dünya kupası maçlarının öğlen güneşinin
kavuruculuğu altında sırf Avrupa’da maçların televizyon için en uygun
sahatler de yayınlanması için oynandığını, sıcaktan bunalan
futbolcuların itirazlarına da Havelange’nin “çenelerini kapatıp oynamaya
baskınlar” diye cevap verdiğini yazmak yeterli olur sanırım. Daha
sonraları Havelange şimdilik gerçekleşmese de Amerikan televizyonlarının
yaptığı maçların daha fazla reklam geliri elde edilmesi için üç devre
oynanması önerisini de benimseyecektir.
Televizyon kanalları ile
futbol kulüpleri arasındaki ilişki sadece yayın hakları ile sınırlı
değildir. İngiltere'de medya devi Murdoch, Manchester United, Leeds
United, Sunderland, Manchester City kulüplerinin ortaklarından.
İtalya'da Victorio Cecchi Gori Fiorentina'nın, Medya patronu, eski
Başkbakan Silvio Berlusconi Milan AC'nin başkanları konumundalar.
Fransa'da da pek farklı bir durum söz konusu değil: Canal +, PSG'nin
(yüzde 57'si), Pathé Olympique, Lyon'un ve M6 kanalı da Bordeaux'nun
ortakları arasındadır. Türkiye’de de bir zamanlar Star, Teleon’un sahibi
Uzanlar Adana ve İstanbul sporun, Hürriyet, Kanal D, Star Tv’nin sahibi
Aydın Doğan Gümüşhane Doğan Sporun sahibidir.
Televizyonda yayınlanan maçların içeriğinden söz etmek gerekirse…
Jean
Boudrillard, “Similasyon dünyasında yaşamaktayız” der. Boudrillard’a
göre her şey günümüzde tüketim denilen (her şeyi içine çeken) kara
deliğe yönelik yapılanmaktadır. Televizyonlarda yayınlan futbol
maçlarının da gerçeklikle bağları bulanıklaşmış, maçlar tüketim için
yapılan gösteri programlarına dönüşmüştür. Bilal Arık şöyle yazmıştır
“Top Ekranda” kitabında “Televizyon futbolu yayınlarken oyunu kendi
gerçekliğinden koparıp, medyatik bir gösteriye dönüştürmüştür. Futbolu
televizyon aracılığıyla algılarız ama algıladığımız şey, özünde bir spor
karşılaşması değil, bir ‘gösteri’ dir.”
Konuyu daha iyi
anlatabilmek açısından yine “Top Ekranda”dan bir alıntı yaparsak: “
Televizyonda seyredilen artık bir spor alayı’nın ötesinde, dönüştürülmüş
bir televizyon olayı’dır. Konunu En yetkin isimlerinden Wilhem
Hesling’e göre bu ikisi arasında üç temel farklılık bulunmaktadır.
1-
Televizyon görüntüsü gerçek değil, olsa olsa gerçeğin kurgulanmış bir
yeniden üretimidir. Televizyonda yer alan spor karşılaşmaları imaj ile
gerçek kadar birbirinde farklıdır.
2- İnsan gözü çevresini saran
gerçeklikle ilişki kurmakla özgürdür ve dolayısıyla her an her köşesine
yönlene bilir. Bu bağlamda stadyumdaki izleyici istediği bölümüne bakar
bakmakta özgürdür. Televizyonda ise maç izlerken, gözün özgürlüğü
sınırlanır ve kamera ona ne göstermek isterse, kaçınılmaz olarak “ o
kadraj” belirleyici hale gelir.
3- Televodaki seyircinin stadyumdaki gibi oyuna müdahale etme olanağı bulunmamaktadır.
Televizyon
futbolu yapaydı, sahada oynanan ise gerçektir; gerçeklik futbol ile
televizyon futbolu arasındaki esas farklılıktır. Televizyon futbolu
özünde inşa edilmiş bir üründür. Bu inşa işlemi gerçeğin doğrudan
aktarılmasının ötesinde anlamlar içermektedir. Medya bu aktarım da
tarafsız değildir, aksine kendi ekonomi-politiği doğrultusunda bilinçli
seçmece yapar ve şeyleştirdiği görüntünün üzerinde dilediğince oynar”
Futbol
takımı, taraftarlığını paraya tahvil etmeye dayanan endüstrileşen
futbol, taraftarın, seyircinin futboldan beklentileriyle, taraftarların
psikolojisiyle de oynadı. Kitle iletişim organları tarafından
kışkırtılan sunni kulüpler arası rekabet, kapitalizmin hızla
yabancılaştırdığı bireylere, sorunlarından uzaklaşmanın ana kaynağı
olarak seyirlik futbolu, fanatik futbol taraftarlığını, ondan
sağlayacağı zevki abartılı biçimde sundu. Giderek, kitleler, kimlik,
kişilik arayışlarını, tuttukları takımlarda arar oldular. Her tür
sevinci de kederi de bu sığ alandan bulmaya meyilli hale geldiler.
Sloganlarına bakılırsa, kulüpleriyle ağlayıp kulüpleriyle gülüyorlardı
ve hiçbir aşk bunun yerini tutamıyordu. Böylesine "baştan çıkarılan" bir
kitleyi futbol endüstrisi, yüksek bilet fiyatlarıyla, onlar sayesinde
sağladığı reklam geliriyle istismar ederken, taraftarın beklentisi de
haliyle tatmin bulmuyor...
Futbol, tüm dünya genelinde 3 milyar
alıcısı olan ve yaklaşık yıllık cirosu 500 milyar doları bulan bir dev
global sanayidir artık...
Futbolun endüstrileşmesi konusuna Can
Kozanoğlu’nun “Bu Maçı Alıcaz!” kitabından kısa bir alıntıyla noktayı
koyalım: “ Futbolun bir insani ilişki biçimi olduğu unutulmasın futbolun
insanlar için varolduğu unutulmasın. Futbol paylaşılsın. Hiç kimse
futbolu dar bölgelerin çıkar savaşlarında kullanmasın. Futbolcuların
hakkı araya gitmesin. Futbolseverler tribünlerden sürülmesin,
susturulmasın. Hakemler can pazarında mücadele etmesin. Hocalar itilip
kakılmasın. Herkesin futbolunda herkes söz sahibi olsun. Bu gün var
yarın yok kasalar, futbol sahasının ortasına konmasın; arkalarında kara
izler kalmasın. Hiç kimse futbolu da futbolseverleri de aldatmasın.
Kimbilir kaç kez yaşanmış başarılar, “görülmemiş başarı” ambalajında
pazarlanmasın. Bize uymayanı yakarız zihniyeti iletişim kanallarını
tıkamasın. Futbola emek verenler arasında mazlum gruplar yaratılmasın.
Hayal tüccarlarının kelle tepkilerine hep bir ağızdan ‘cehennem olun’
tezahüratıyla karşılık verilsin. Bazıları hep haklı, bazıları hep haksız
olmasın. Profesyonellerin ekmeği sahanın içine gömülmesin. Ama futbolun
dini imanı da para olmasın. Çağdaşlık adına vitrine çıkarılan “her yol
mübah, ille de kazan faulü topun üzerine yapışmasın. Futbolsever
toplumlar artsın futbol toplumları olmasın. Hiç kimse futbolu stat
dışındaki pisliklerin önüne perde yapmasın. Futbol afyondur diyenler
haklı çıkmasın”
Futbol afyon değildir!
Futbol her
ne kadar rosyonelleştirmeye tabi tutulsa endüstriye dönüştürülmeye
çalışılsada hala içinde bulunan büyüyü kaybetmemiştir.
Futbola
Stuart Hall’ın “Metin Analizi” düşüncesi bağlamında bakılması gerektiği
inancındayım. İnsanlar illa ki edilgen bir biçimde egemenlerin futbol
biçimi altında sunduklarını almak zorunda değiller. Sistemin
egemenlerinin hiçte hoşuna gitmeyecek olan, bir futbolcu yere düşünce,
karşı takım oyuncusunun onun elinden tutarak kaldırışından yada topu
taca atışından, iyi olmanın ve güçsüz duruma düşen yardımın kazanmaktan
daha önemli olduğunu, takım mücadelesinden seninle aynı durumda
olanlarla beraberliğin, dayanışmanın mutlu olmak için gerekli olduğunu,
güçsüz takımların zaman zaman güçlü takımları yenmesinden ezilenlerin
eğer beraber inançla mücadele ederlerse her zaman ezilmek zorun
olmadıklarını, güçlülerin sanıldıkları kadar çok güçlü olmadıkları gibi
muhalif anlamlandırmalar da üretebilirler.
Galeano, “Bereket çok
ender de olsa hâla sahalarda kuralların dışına çıkarak, sırf bedensel
bir zevk uğruna, yasaklanmış özgürlük serüvenine atılan, rakip takımı,
hakemi ve tribünlerdekileri şahlandıran bir yüzsüz çıkıyor” der
Tamam
futbolu egemenler, hegomonik öğelerle donatarak kitlelere sunmaktadır.
Ancak her ne kadar futbol biçimlendirilse de şeyleştirilse de içinde
hala en azından amatör ruhla yapılan muhalif öğeler barındırmaktadır.
Bu iddiamı kanıtlamak için argüman gerekliyse birkaç örnek verebilirim:
“İnsanların artık benim mutluluk ya da öpücükler dağıtan bir makine
olmadığımı bilmeleri gerekir… Kimileyin kötü oynamak benimde hakkım”
diyen Maradona bir kapitalistler tarafından bir fetişe çevrilmek istenen
beden standartlarına hiç uymayan fiziğiyle rasyonelleştirilmeye
çalışılan futbol sahalarında yaptığı büyülü hareketler, muhteşem
golleriyle adeta futbol endüstrisine kafa tutuyordu. Saha içinde
oynadığı büyülü muhteşem oyunuyla Arjantin gibi fakir düşürülmüş bir
ülkeyi dünya futbolunun zirvesine çıkarıyor, Napoli gibi küçük bir
bütçesi olan ezik bir takımı zengin kulüpler arasından sıyırarak İtalya
şampiyonu yapıyordu. Bir taraftan da saha muhalif söylemlerde
bulunuyor, futbolun yukarısındaki bürokratları sürekli eleştiriyor,1986
Meksika ve 1994 Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Dünya Kupasını
öğle vakti kızgın güneşin altında oynamaya mahkum eden Televizyonu
eleştiriyordu.
Siyah Lale lakaplı Ruud Gullit ırkçılığın en büyük
düşmanıydı. Maçların dışında, Güney Afrika’daki ‘spart heid’ aleyhtarı
konserlerde elinde gitarıyla şarkı söylüyordu. 1987’de Avrupa’nın en iyi
futbolcusu seçildiğinde kendisine verile ‘Altın Top’u, Zencilerin de
insan olduğunu savunduğu için uzun yıllar hapis yatan Nelson Mandela’ya
adadı. Hollanda’nın ve İtalya’nın en güçlü takımlarında oynayan Gullit
futbolun gün geçtikçe her zamankinden daha ticarileştiği bir ortamda
paraya değer vermeyişi ve dik başlı oluşu yüzünden ne yöneticilerle, ne
de teknik direktörlerle yıldızı hiç barışmadı.
.
Bu
yazıda, futbolun günümüzde ne kadar bir endüstri haline getirilmiş
rasyonalleştirilmiş olsa da, hala içinde bir büyü olduğunu ve zaman
zaman ortaya çıkan mikro düzeyde direnişçi ve yıkıcı öğeler
taşıyabildiğini bundan dolayı da gelecek güzel günlere umutla bakmamız
gerektiği tezini doğrulamaya çalışacağım.
Bu çalışmamda öncelikle
futbolun keşfini ve kısa bir tarihçesini, zamanla futbolun nasıl halkın
elinden alınarak üst sınıfların çıkarlarına hizmet eden bir endüstriye
dönüştürüldüğünü yazdım. Daha sonra Futbol’a önde gelen olumlu bakışları
ve eleştirel yaklaşımları yazdım. En son olarak ise yazımı, futbolun
neden tamamen ele geçirilemeyen bir popüler kültür ( içine işgalciler
girmiş olsa da hala teslim olmayan mücadele eden bilinçli bilinçsiz
savaşçıların var olduğu) kalesi olduğuna inancımı, futbolun içinde ki
zaman zaman yaşanan canlı örnekler düşüncelerimi paylaşan düşünürlerin
düşünceleriyle kanıtlamaya çalışarak noktaladım.
HakkıÖzdal
Maradona
bir futbol anıtıydı. Vücuduna oranla hayli büyük kafasının üzerinde,
yaban çalıları gibi sallanan saçları, yine büyük bir orantısızlıkla,
boyuna kısalırken enine genişlemiş bacakları ve o şişkin, bombeli göğüs
kafesiyle, gerçek bir futbol putuydu adeta... ‘82’de İspanya’da, tekme
tokat durdurulmuş ve genç Diego, ağlamaklı yüzünü göğe kaldırıp gökyüzü
Tanrısından yardım dilemekten öte bir direniş gösterememişti. ‘82’yi,
Maradona’yı en çok tekmeleyen İtalyanlar kazandı. Alman-Avusturya
ittifakının, Cezayir aleyhine şikesiyle gölgelenmiş bu can sıkıcı
turnuva, yarım kalmış bir Maradona hevesiyle sona erdiğinde, “İtalyan
savunması”nın, oynamaktan çok oynatmamaya dayalı kurgunun futbola
yerleşeceği belli olmaya başlamıştı. Ama ‘86’da Meksika, olgunlaşma
evresindeki Maradona’nın sahnesine dönüştü. Sovyetler Birliği’nin, ancak
ABD’li bir soğuk savaş hakeminin histerik kararlarıyla Belçika’ya
kurban edilip kupa dışına atılmasından sonra, zaten, dikkat çekici başka
bir ‘takım’ da kalmamıştı. Kupayı, rahat sayılabilecek bir galibiyetler
serisiyle kazanacak olan Arjantin de, aslında bir takım değil,
Maradona’nın oyununu asiste eden, onun kahramanlıklarını birer fantazi
olmaktan çıkarıp, gerçeğe yaklaştıran figüranlardan kurulu gibiydi.
Maradona, Meksika’da da, sık sık göklerin Tanrısına döndü, ama şimdi,
bir tür ‘yer’yüzü Tanrısı olduğunu bilerek; artık yardım dilemiyor,
neredeyse gösteriş yapıyordu: Neler yapabileceğimi görüyor musun?.. O,
bir futbol kahramanı olduğunun farkında olan son futbol kahramanıydı.
O’ndan sonra, ya bir promosyon kampanyası eşliğinde şişirilen ve
böylelikle yıldızmış gibi davrananlar –Ronaldo, Klinsmann, Schilacci,
Romario gibi...– ya da yeteneklerinin farkedilişini iyi takımlarda iyi
zamanlarda oynamış olmalarına borçlu olanlar gelecekti – Figo, Zidane,
Rivaldo, Van Basten gibi... Bu bakımdan, aslında futbolun bir dönemi,
‘94’te Maradona, Yunanistan maçından sonra kanında bulunan kokain
nedeniyle turnuvadan uzaklaştırıldığında kapanmış oluyordu. Gecikmiş bir
mesih olarak Hagi, o aynı turnuvada, Maradona’dan kalan son anıları
yaşattı, onu hatırlatan son golleri attı, ve hayranları, onu, güneş
batmak üzereyken son bir kez denize girenlerin heyecanıyla seyretti.
Artık daha fazla sponsor, daha fazla reklam geliri, daha fazla
endüstri; bir eğilim değil, futbolun zemini olacaktı. ‘86’nın o
unutulmaz Sovyet takımıyla birlikte Maradona da, sahalardan çekildi.
Kadınları ve alkollü içkileri sevdiğini, –itiraf değil– ilan eden
Maradona, yeteneklerinin, bir tür açık büro işine dönüştürülmüş alanında
yapamazdı, yapmazdı. Che dövmeli kolunu dostlukla Castro’ya, ünlü
burnunu ABD’nin Latin Amerika siyasetine uzattı. Kaskatı çalışma
kurallarına, başarısızlık diyetlerine, tazminatlara, cezalara,
ödüllendirmelere boğulmuş sahadan çekilişiyle, bu “politik” tavırları
arasında paralellik olduğu düşünülmeli. Bir sanatçı gibi, “eserini
gerçekleştirme anları” dışında ‘kural’lara uymak istemiyor ve futbolun
‘meslekleşmesi’yle birlikte, bir “endüstri işçisi” olmayı reddettiği
gibi, apolitik sporcu numarası yapmayı da kabul etmiyordu. Futbolun,
sanat ve politikayla ilişkilendirilebileceği her iki noktada da vardı
Maradona; dans eder gibi oynuyor ve uslu durmuyordu. Hırçın itirazını,
2002 şampiyonası için kendisine vize vermeyen Japonlara karşı da
sürdürdü, “evet kokain kullandım” diyordu, “ama hiç değilse,
Amerikalılar gibi, binlerce masum insanı öldürmedim!” Japonlara, atom
bombasının anılarını görmezlikten gelmenin, bir kokainmanın sabıkasını
görmekten daha önemli olduğunu ironiyle hatırlatmıştı. O zaman,
Maradona’nın devrinin kapandığı daha iyi anlaşıldı: Bu unutulmaz yıldıza
hemen hemen hiç kimse sahip çıkmamıştı.
***
Futbol, alabildiğine
popüler bir oyun artık. Onun sihirli adının değdiği her şey, ister
istemez, kitlelerin ilgisini çekiyor. Duvar boyalarının da, patates
cipslerinin de, bankaların da reklamlarına “imge gücü” veriyor futbol.
Onunla hayatın aslında paralel olduğunu anlatan filmler yapılıyor, bütün
tüketim sloganlarını ondan esinlenerek kuran ‘mal’lar üretiliyor;
sadece bir oyun alanının değil, dört başı mamur bir endüstrinin adı
artık futbol. Futbol endüstrisi, artık üzerinde yeniden ‘keşifler’
yapılmasını anlamsızlaştıracak kadar, gözle görülür bir olgu. Ama son
bir aydır, dünyanın en çok konuştuğu –bu arada ülkemizde de, neredeyse
yerine hiçbir şeyin konuşulmadığı– bir organizasyon olarak Dünya Kupası,
bu “endüstri”nin dönemsel eğilimlerini gösterebilecek pek çok işaretin
yer aldığı bir süreç olarak geldi geçiyor.
Belki öncelikle şunu
belirtmek gerekiyor ki, Dünya Kupası, dünya futbol endüstrisinin gerçek
bir fuarı niteliğinde: Sadece kendisini açık bir pazardaymış gibi
hissederek değerini artırmaya çalışan ‘oyuncu’lar değil, oyunun yeni
kuralları, yeni kostümler (formalar), yeni ‘taktik’ler, yeni stadlar vs.
genellikle bu büyük organizasyonla birlikte dolaşıma sokuluyor. Bu
bakımdan, 2002 organizasyonunu, hem kendinden önceki kupadan bugüne
gelinceye değin yaşanan endüstriyel değişim ve bunların sonucunda ortaya
çıkan ihtiyaçların ‘görülmesi’ anlamında hem de kendinden sonraki
kupaya kadar olan dönemde başat olacak belli başlı unsurların görücüye
çıkarılarak tespit edilmesi anlamında değerlendirmek mümkün. Oyunun en
temel unsurlarından birini, topu bile yeni bir tasarım ve malzeme
kullanımı ile değiştiren organizasyonun böyle bir yanı olduğu açık.
Şimdi o halde, 2002 turnuvasına, dört yıl öncesini ve dört yıl sonrasını
kapsayan genellemelerle bakmak mümkün.
Ayakla oynanan bir
etkinlik olarak bakıldığında tarihi 2000 yıllık bir sürece yayılan,
bildiğimiz şeklini almış haliyle 150 yıllık bir tarihi geçmişten
bahsedebileceğimiz futbol; günümüzde, yüz bin kişilik stadlarıyla, TV
teknolojisinin yardımıyla oluşan milyarlarca kişilik izleyicisiyle,
ekonomik ve sosyal bağlarıyla medeniyetin, insanlık kültürünün en büyük
katılımını sağlıyor. Sadece milyonlarca kişinin ilgisi nedeniyle bile
siyaset ve ekonomiyle iç içe geçmiş olan bu spor, aynı zamanda bu
kişilerin toplumsal sorunlarını kaçınılmaz şekilde içerisinde
barındırıyor.
Diktatörlüklerin halkı uyutmak için “beşik” olarak
nitelediği futbol, şimdi demokrasilerin (aslında kapitalist ekonominin)
“pazar”ı haline gelmiş durumda. Modern çağın futbolla siyasal ilişkisi
de bu noktada başlamaktadır. Kitleleri futbolla uyuşturma projesi, dünya
üzerinde kurulan “demokrasi” ve “kapitalizm” hakimiyetiyle şekil
değiştirmesine rağmen güçlenerek varlığını korumaktadır.
Peki
futbol ile modern çağın ekonomi biçimi olan kapitalizmin bu yakın teması
nereden kaynaklanıyor? Bu tartışmaya başlamadan önce kaçırılmaması
gereken önemli bir noktanın üzerinde durulması gerekiyor.
Diktatörlükle
yönetilen rejimler içerisinde de, demokratik rejimlerde de aynı ilgiye
maruz kalan futbol, bu rejimler içerisinde değişik şekillerde
kullanılarak ve kendisine olan bu ilgiyi arttırarak koruyor. Diktatör
Franco, 3F (futbol, fado, fiesta) formulüyle nasıl sistemi ayakta
tutmayı başardıysa; İngiliz demokrasisi de farklı araçlarla geniş işçi
kesimini (alt sınıfları da diyebiliriz) futbol üzerinden
kimliklendirerek futbol tapınaklarında uysallaştırabiliyor.
Futbol,
kitlelerle kurduğu bu “uyuşturma” ilişkisi nedeniyle, bir spor dalı
olarak fazlasıyla eleştiriye maruz kalıyor. Bu eleştiri, genellikle
toplumların aydınlatılması gibi tarihsel amacı üstlenmiş “aydın”
kesimden geliyor, (özellikle Türkiye’de aydın kesimin futbolla ilgili bu
önyargısının yüzyıllık tarihi vardır ve “elit aydınlanmacı model”
geleneği nedeniyle hiçbir zaman futbolla sıcak temas kurulamamıştır. Bu
konu, kendi başına başka bir tartışmanın konusudur). Ancak, özünde asıl
sorun, genelde düşünülenin tersine, futbolun kendi başına sorun üreten
bir mekanizma olmasından çok, zaten varolan toplumsal sorunların ancak
futbol gibi bir tiyatro sahnesinde görülebiliyor olmasıdır.
Genelde
futbolun sosyolojik boyutuyla, “sosyal içeriğiyle” ilgilenen kişiler
arasındaki hatalı tartışmanın merkezinde, az önce bahsettiğim
neden-sonuç sıralamasındaki hataya dayanan “futbol’un afyon olma
özelliği” vardır. Halbuki futbolun “uyuşturucu” etkisi, bir spor olarak
onun kendisine has özelliklerinden değil; içine doğduğu ortamın
(sistemin), ister demokrasi olsun ister diktatörlük, kendisini var etmek
ve yeniden üretebilmek için birşeyleri “uyuşturmak” zorunda olmasından
kaynaklanır. Sistem, uyuşturmak yerine “uyandırmak”, başka bir deyişle
“bilinçlendirmek” yoluyla besleniyor ve bu kavramlar üzerine inşa
ediliyor olsaydı, futbol, sadece kitlelere olan yakın teması nedeniyle
bile -fakat bu sefer övgüyle- baş rolü oynuyor olacaktı. Bu yorumlama
hatası giderilmeden, futbolun rahatsızlıkları ile ilgili sağlıklı bir
teşhisin koyulabileceğini düşünmüyorum.
Futbol niçin modern çağın
demokrasilerinin, kapitalizmin ilgi ve çalışma alanı, “pazarı” haline
gelmiştir? Öncelikle kapitalizmin işleyiş biçiminden başlayalım. Modern
çağın ekonomisi olan kapitalizm, insanların (tüketicilerin) tüketim
alışkanlıklarını hem miktar olarak hem de tarz olarak “yenilemek”
üzerine kurulmuştur. Sistem, çevresinin tüketim alışkanlıklarını
yenilemediği sürece çökme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu nedenle
devamlı yeni bir sanat tarzı, yeni bir mimari, yeni bir şarkı, yeni bir
şov, yeni kahramanlar bulmak zorundadır. Bu “yenileme” projesini bazen
insanların beğenilerini değiştirerek, bazen de hazırdaki beğenileri bir
sektör haline dönüştürerek gerçekleştirir.
Futbol, bu “yenileme”
zorunluluğuna dayanan uygarlığın arayıp da bulamadığı sonsuz sayıda
“yeni” sunar. Futbol, yani maç, sonsuz kere tekrarlanır, sonsuz kere
duyguları değiştirir, sonsuz kere insanlara yeni umutlar sunar. Daha da
önemlisi, insanlara sonsuz sayıda kendisini bir şeylerle özdeşleştirme
şansı verir, futbolun kahramanları hiç bitmez mesela. İşte bu uçsuz
bucaksız bereketli toprak futbol, serbest piyasa ekonomisinin kanunları
gereği, Franco’nun diktatörlük rejimindeki gibi sistemin kendisini
döndürmesi için bir öğe haline gelmiştir. Futbol; forma satışları,
televizyon gelirleri ve markalaştırılmış futbolcularıyla endüstrileşmiş,
ayrıca sistemin günah keçisi de olmuştur. Şöyle ki; sistemin “kaybeden”
kitlesi, futbol maçlarındaki taşkınlıklarıyla göze çarpar ve bu durum,
bazı soğuk kanlı yaklaşımlar dışında genelde futbolun doğasındaki
birtakım öğelere bağlanır. Oysa rekabet kültürünün ve bu
kültürün-kaybeden kitlelerinin- şiddet eğilimlerinin kaynağı (bu konunun
buradaki yüzeysel yorumunu aşabilmek, yeni bir yazının çabasıdır),
futbolun içine doğduğu serbest (!) piyasanın belirlediği yaşam tarzıdır.
Peki
nedir “kaybedenler”i futbola çeken? Futbolda vücut bulan geniş
kalabalıklar, kapitalist olan sistemin kaybedenleri olarak yine aynı
sistemin sosyal, siyasi ve ekonomik kokuşmuşluk, adaletsizlik ve
güvenilmezliğinden (liste uzayabilir, kişiseldir) kaçarak kendilerini
futbolun “adil düzen”i içine bırakmışlardır. Futbol; beyaz çizgileri,
önceden cetvelle çizilmiş sınırları, dünyanın her yerinde geçerli olan
evrensel dili, sizi hiçbir zaman terketmeyeceğini bildiğiniz “meşin”
yuvarlağı, sonsuz kere tekrar ve taklit edilebilirliğiyle bir adil yaşam
similasyonudur. Sistemin içinde var olmaktan fazlasını ifade eden,
milyonlarca insanın her sabah aynı “adil düzen” arzusuyla aşık olduğu
bir yaşam mücadelesidir futbol.
Fakat bunun yanı sıra,
diktatörlüklerin ve kapitalizmin futbola yüklediği tarihsel misyon
nedeniyle çoğu zaman adı para, şike ve afyonla anılacak olan bir aşktır
da. Nihat Genç’in “futbol aşkı” ile ilgili söylediği şu sözle bitirelim:
“Aşkın güzelliği, iyileri ve kötüleri hiçbir zaman ayırt
edemeyişindedir.”
Kapitalist sistemde burjuvazi bir yandan
işçi sınıfını her gün sömürebildiği kadar sömürürken, diğer yandan
ertesi gün sömürüyü nasıl arttırabileceğini, yani nasıl daha fazla kâr
elde edebileceğini hesap etmeyi de ihmal etmez. Kapitalizm özü
itibariyle kâra dayalı bir sistemdir ve kapitalistlerin bu düzen
içerisinde gerçekleştirdikleri her faaliyetin temel amaç ve nedeni kâr
etmektir. Bu sanatta da böyledir, sporda da, bilimde de! Kapitalistler
gölgesini satamadıkları ağacı bile keserler! Kapitalizmde bilim daha
fazla kâr elde edebilmek; spor şovenizm ve pasifizm yaratmak; sanat ise
kitlelerin bilincini burjuva ideolojisiyle bulandırmak için kullanılır.
Olağan
durumlarda kitlelere egemen olan burjuva ideolojisi, devrimci
durumlarda gücünü ve etkisini yitirmekte ve düzen sarsılmaya
başlamaktadır. Burjuvazi işte bunu engellemek ve sistemin bekasını
sağlayabilmek için kendi ideolojisini her alanda yeniden üretmek
zorundadır. İşçileri en az sekiz saat işyerlerine hapsetmekle kalmaz,
günün geri kalan kısmında da onları kendi ideolojisine bağlamanın
yollarını yaratır.
İşçiler oldukça sınırlı olan boş zamanlarını da
futbol, basketbol gibi sporları izleyerek; iddaa, at yarışı, milli
piyango gibi şans oyunları oynayarak geçiriyorlar. Onca saat
mahkûmiyetten sonra, tuttuğu takımın maçını izlemek onlar için büyük bir
bahtiyarlıktır! Bir anda yaşanan sıkıntılar, bir robot gibi çalışılan
saatler unutulup gider. Kapitalist çalışma koşullarının doğurduğu
muazzam fiziksel yorgunluk ve psikolojik çöküntü hafifletilir; bitip
tükenen vücut yeniden çalışabilecek duruma gelir ve artık ertesi günkü
sömürü için yeniden hazırdır işçi. Birkaç saatlik fiziksel dinlenmenin
yanı sıra, işçilerin zihinsel olarak “dinlenmiş” vaziyete gelmeleri,
daha doğrusu zihinsel olarak yeni iş gününe hazır olmaları bir o kadar
önemlidir patronlar için! Eğlendiğini sanarak tütsülenmiş bir kafa
işçilerin performansının da artması anlamına geleceğinden özellikle
uluslararası spor müsabakaları burjuvaların ekmeğine yağ sürmektedir.
Dünya kupası, olimpiyatlar gibi uluslararası yarışmalarda alınacak
madalyalar ve galibiyetlerle milliyetçi duygular okşanmaktadır. Örneğin
Türk milli futbol takımının dünya üçüncüsü olduğu 2002 Dünya Futbol
Kupasında Türkiye’nin maçları mesai saatine denk gelmesine rağmen bazı
işyerlerinde işçilere dev ekranlarda izlettirilmişti. Hastalandığımızda
tedavi olmamız için dahi izin vermeyen, her saniyenin hesabını yapan
patronlar, nasıl oluyor da iki saat boyunca maç izlememize izin
veriyorlardı? Boşuna olmasa gerek!
Bedensel bir faaliyet olan spor,
kapitalist toplumda bambaşka amaçlara hizmet etmektedir. Profesyonel
spor müsabakaları işçi sınıfını hemen yanı başında gerçekleşen bir
felâkete dahi duyarsız hale getirebiliyor. Bakın, Türkiye Otomobil ve
Motor Sporları Federasyonu (TOMSFED) başkanı, motor sporlarının
Türkiye’de nasıl da değerlendirilemeyen bir ekonomik pazar olduğunu
anlatırken neler diyor: “İlginçtir, Formula 1’i Türkiye’de izleyen
seyirci sayısı çok ama bunun farkında değiliz. Bir örnek vereyim:
NTV’nin yaptığı bir araştırma, Avustralya Grand Prix’sini sabahın
altısında izleyen insan sayısının, İkinci Düzce Depremi ile ilgili
haberleri izleyenlerden daha fazla olduğunu gösteriyor.”
Evleri
başlarına yıkılırken, tepesine bombalar yağarken tüm olup bitenlere
karşı tepkisiz bir halk. İşte burjuvazinin istediği tam da budur! Bunu
sağlamanın en iyi yollarından biri de kitleleri profesyonel spor
müsabakalarının izleyiciliğine aşırı derecede bağımlı hale getirmektir.
Özellikle tüm dünyada profesyonel futbola olan ilgi tam bir çılgınlık
boyutuna ulaşmış bulunuyor. Çünkü kapitalist sistem kitleler üzerindeki
tahakkümünü yalnızca zora dayanarak ilânihaye sürdüremez. Bu yüzden
burjuvazi her zaman baskı araçlarından medet ummaz; bazen de kitlelerin
ağzına bir parmak bal çalarak ve onların tepkilerini başka kanallara
yönelterek, sistemin temellerini sarsacak devrimci bir tehlikeyi
engellemeye çalışır. Nitekim 36 yıl boyunca Portekiz halkını nasıl
yönettiği sorusuna faşist diktatör Salazar, “3 F ile: Futbol, Fado,
Fiesta” cevabını veriyordu, yani futbol, müzik ve eğlence. Hatta Lizbon
Stadyumunun inşasının, Salazar’ın, “bana on binlerce insanı
uyutabileceğim bir beşik yapın” sözüyle başlatıldığı söylenir.
İspanya’nın
ünlü futbol kulübü Real Madrid’in yüz bin kişilik stadı da faşizmin
ürünüydü! Türkiye’de de faşizm futbolu aynı gerekçeyle kullandı. 60’lı
yıllardan beri kabaran dalganın etkisiyle politikleşen kitleleri
pasifize etmek için futbol zaten iyi bir araçtı. Ama toplumsal kurtuluş
yerine futbolcu olup paçayı kurtarma düşüncesinin yaygınlık kazanması
esas olarak ‘80 sonrası döneme denk düştü. Faşist rejimin generali Kenan
Evren’in talimatıyla, Ankara’nın da bir futbol takımı olması gerekir
denilerek Ankaragücü futbol takımının hak etmediği halde 1. lige
“atanması”, faşist cuntanın Salazar ve Franco’dan da bir şeyler
öğrendiğinin kanıtıydı. 80’li yıllar, çocuklarını şu ya da bu türden
spor okullarına kaydettirmek için koşuşturan ve gelecekte bir yıldız
olacağının hayaliyle kendini ve çocuklarını avutan küçük-burjuva
ailelere tanıklık edecekti. “Ne sağcıyım, ne solcu! Futbolcuyum
futbolcu” sözü futbolun egemen sınıf tarafından nasıl kullandığını
gösteriyor.
Spor yapmak hiç kuşkusuz ki insanın fiziksel ve zihinsel
bakımdan sağlıklı kalabilmesi için yararlı bir aktivitedir. Üstelik
düzenli olarak yapılan spor insanı her türlü uyuşukluktan kurtarır; daha
güçlü, daha zinde kılar. Ne var ki kapitalist toplumda spor, bireylerin
aktif olarak katıldığı bir faaliyet olmaktan çok kitleleri
pasifleştiren bir izleme faaliyeti haline getirilmiştir. Kapitalizm
bireyleri her alanda pasifleştirir, çünkü aktif, dinamik bir kitle
sistem için çok büyük tehlike arz eder. Bunun yerine sadece izleyen,
dinleyen, sorgulamayan, eleştirmeyen bir sürü yaratır kapitalizm. Sporda
da böyledir. Milyarlarca insan spor yapmak yerine sadece spor yapanları
izlemekle yetiniyor. Kapitalizm işçi ve emekçi sınıfın spor
yapabilmesinin önüne vakit darlığı ve ekonomik yetersizlik gibi engeller
dikerken, pasif bir seyirci olarak kalabilmeleri için her türlü imkânı
sunuyor. 2006 Dünya Futbol Kupası bu anlamda güzel bir örnektir. Aylar
öncesinden reklâmlar yapılmaya başlandı. İçecek tekellerinden televizyon
tekellerine kadar, bu turnuvadan kâr elde etmeyi hedefleyen tüm
markalar televizyonlarda boy gösteriyor. Kapitalizm böylelikle
milyarlarca insanı, elinde meşrubatıyla televizyonun karşısına geçip
sadece birer izleyici konumunda maçları seyrettirmeye hazırladı. Oysa
bizim spor yapanları seyretmekten çok spor yapmaya ihtiyacımız var.
Ancak kapitalizm var olduğu sürece bu bedensel ihtiyacımızı tam
anlamıyla karşılayabilmemiz uzak bir hayal olmaktan öteye gitmiyor.
Bugün
dünyada en çok takip edilen profesyonel spor dalı olan futbolun beşiği
İngiltere’nin aynı zamanda sanayi devrimini ilk yapan ülke olması
tesadüf değildir. Oynayan işçiler olsa da, futbol egemen sınıfın
çıkarları ve denetimi doğrultusunda gelişmiştir. İşçiler çok zor
koşullarda ve uzun saatler çalıştırıldıkları için, tüm işçilerin
sağlıklı ve daha sağlam bir vücuda sahip olmaları gerekiyordu. Daha
fazla sömürü için daha dayanıklı ve güçlü işçiler gerekiyordu. Futbol bu
nedenle işçilerin hafta sonu tatillerini dolduran bir meşgale haline
getirilmişti. Bildiğimiz birçok köklü İngiliz futbol kulübü, 19.
yüzyılın ikinci yarısında fabrika ve demiryolu işçilerinin girişimiyle
kurulmuştu.
Kapitalizmle birlikte spor, profesyonelleşerek diğer tüm
sektörlerde olduğu gibi yerel ya da bölgesel sınırları aştı ve dünya
çapında yapılan bir faaliyet halini aldı. Futbol gibi daha başka birçok
spor dalı kapitalizmle birlikte profesyonel dünya sporu haline geldi!
Kapitalizm nasıl ki bir dünya kültürü yarattıysa, dünya sporunu da
yarattı. Ancak kapitalizm sporu evrenselleştirmesine karşın, en temel
çelişkilerinden biri olan ulus-devlet deli gömleğinden kurtulamadığı
için onu aynı zamanda bir milliyetçilik aracı haline de getirdi.
Ülkelerin orduları bir yanda cephelerde çarpışırken diğer yandan da
sahalarda birbirlerini yenik düşürmeye çalışıyorlardı. Böylelikle
sermaye küreselleşirken, milliyetçilik yükseltilerek işçi sınıfının
enternasyonal birliği önüne engeller dikiliyordu.
Kitlelerin
zihinlerini bulandırma ve uyuşturma yolu ile toplumsal muhalefetin
yükselmesini engellemenin yanı sıra, kapitalizmde profesyonel spor aynı
zamanda muazzam bir kâr kaynağıdır! Her şeyi meta haline getirmekte
sınır tanımayan kapitalist sistem sporu da metalaştırarak kendine bir
pazar yaratmıştır ve bu pazarı her gün daha da genişletip
derinleştirmektedir. Dünya futbol kupası ve olimpiyatlardan sonra,
burjuvazinin bir “spor” olayı olarak lanse ettiği ve son zamanlarda
dünyanın en çok ilgi duyduğu profesyonel bir araba yarışı olan Formula
1’in sadece televizyon geliri 5 milyar doları buluyor. Dev tekel General
Electric’e ait olan NBC kanalı üç olimpiyat oyununun yayın hakları için
3 milyar dolar ödemişti. Demek ki bu televizyon kanalının 3 milyar
dolardan çok daha fazla bir kazancı vardı bu uluslararası turnuvalardan.
Öyle ya kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez!
Dünya genelinde üç
milyardan fazla insana ulaşmasıyla diğer spor dallarını geride bırakan
futbol, bugün burjuvaziye muazzam kârlar sağlayan bir endüstri haline
gelmiştir. Kuşkusuz böyle bir pazar karşısında kapitalistlerin ağzının
suyu akıyor. Yeşil sahaların yeşilliği çimlerden değil, milyarlarca
dolardan geliyor artık! Tek başına futbol 500 milyar dolarlık bir pazar
bugün. Maç hâsılatlarının yanında yayın gelirleri, reklâmlar ve
takımların ürünlerinin satışı ile elde edilen gelirler kasaları
dolduruyor. Futbol kulüpleri birer şirket; seyirciler ise müşteri
durumuna gelmiş bulunuyor. Zaten kulüplerin yönetim kurullarında
burjuvalar yer alıyor. Birçok kulüp borsalarda yerini aldı. Örneğin 250
milyon doları aşan geliriyle Manchester United dev bir şirket durumunda.
Londra borsasında hisseleri 130 sterlin civarında satılan kulübün
değeri 1,2 milyar dolar civarında!
Bu rakamlar gösteriyor ki
profesyonel futbol artık spor dalı değil, büyük kârlar getiren bir
pazardır. Hiç kuşku yok ki futbol gibi diğer profesyonel spor dalları da
kapitalizmde bedensel faaliyetten ziyade ekonomik faaliyet anlamına
geliyor. Diğer spor dalları da, futbol kadar olmasa bile büyük pazarlar
yaratıyor. Örneğin Formula 1, dokuz milyarlık bir pazar büyüklüğüne
sahip. Geçen sene ilk defa Türkiye’de düzenlenmesi gündemi oldukça
meşgul etmişti. Çünkü yüz milyonlarca dolarlık böyle bir organizasyon
aynı zamanda otel, ulaşım gibi sektörler için de gelir kaynakları
yaratacak, bu arada Türkiye’nin tanıtımı da yapılacaktı! Formula 1
yarışını izlemek için Türkiye’ye gelen turistler 100 milyon dolarlık
harcama yaptılar. Daha sonra düzenlenen organizasyonlarla, Tuzla’da inşa
edilen yarış pistinden burjuvaların cebine dolarlar akmaya devam
ediyor. Bir yanda milyonlarca dolar harcanarak inşa edilmiş yarış pisti,
diğer yanda pistin hemen yakınındaki mahallelerde kaldırımı bile
olmayan çamurlu yollar! Bu manzara kapitalizmin gerçek yüzünü ne de
güzel teşhir ediyor!
Öte yandan uluslararası spor müsabakaları ulusal
konjonktüre ve dünya konjonktürüne bağlı olarak burjuvazi için bir anda
siyasal manevralarını sahneye koyduğu bir arena haline gelebiliyor. Bu
bakımdan Türkiye-İsviçre dünya kupası eleme maçı çarpıcı bir örnek.
Kazanan takım 2006 Dünya Kupası finallerine katılmaya hak kazanacaktı.
Bu aynı zamanda milyonlarca dolar gelir demekti. Reklâmcılıktan turizme,
televizyon satışından tekstile kadar birçok sektörden elde edilecek
milyonlarca dolar Türk burjuvazisi için hayal oldu! Ancak bu maçın
ekonomik yönü kadar siyasi yönü üzerinde durmakta da fayda var.
Özellikle ilk maçın İsviçre’de kaybedilmesiyle birlikte yükseltilen
milliyetçi dalga dikkat çekiciydi. İsviçreli futbolcular rövanş maçında
“Cehenneme hoş geldiniz” sloganlarıyla karşılandı. Türk milli takımı
elenince iki takım futbolcuları birbirlerine girdi! Milliyetçi hezeyan
oldukça planlı bir biçimde doruğa çıkarılmıştı. AB’ye girme yanlısı
burjuvazinin temsilcisi hükümet yaşananları şiddetle eleştirdi.
Türkiye’nin Avrupa nezdinde itibarı zedeleniyordu! Burjuvazi
içerisindeki kamplaşmanın sonuçları spora kadar yansıdı. AB karşıtı
burjuva kanat milliyetçi duyguları kabartıp statükosunu korumak
istiyorken, AB yanlısı kanat sportmenlikten, “fair-play”den
(centilmenlik) dem vuruyordu.
Kapitalizmde spor, egemen sınıfın
ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda kullandığı bir araçtır.
İnsanın zihinsel ve bedensel gelişimi için çok faydalı olan sportif
faaliyetler kapitalist toplumda yeni bir afyona dönüştürülmüştür. Her
şeyi metalaştıran kapitalizm alaşağı edilmeden hiçbir faaliyet insanın
zihinsel, bedensel, maddi, manevi çıkarları doğrultusunda bir işleve
kavuşamaz. Üstelik bu sömürü sisteminde spor herkesin yararlanabileceği
bir faaliyet olmaktan çok uzaktır. Kapitalizm işçi sınıfı tarafından
tarihin çöp sepetine atıldığında ve sosyalizm kurulduğunda herkes spor
yapabilmek için gerekli zaman ve imkâna sahip olacak. Ve işte o zaman
spor kâr ve depolitizasyon aracı olmaktan çıkıp, insanın her yönüyle
sağlıklı bir birey olmasını sağlayacak işleve sahip olacak.